27 Aralık 2019 Cuma

Eski Öyküler ve Elli Yıllık Bir Şiir: Küçük Serçe


Epey uzun bir süredir elli yıl önce yazmış olduğum bir şiiri bulmak ve paylaşmak istiyordum. Bu şiir aynı zamanda yayımlanmış ilk şiirimdi ve büyük bir olasılıkla başka bir şiirim yayımlanmayacağı için yayımlanmış son şiirim de olabilirdi. Aslında şiiri epey önce yazmış da olabilirdim, yayımlandığı yıl da aklımda kalandan farklı olabilirdi. Ama daha sonra olduğunu hiç sanmıyordum. Çünkü küçük serçe, ilkokul yıllarıma ve o sırada yaşadığımız eve ait bir anıydı. Aklımda 1969 yılına ait olduğu kalmış. Ellinci yılı bitmeden bir ara şiiri bulup hakkında birkaç satır yazarak geçmişin silik anılarından birini daha görünür bir yere çıkarmayı planlıyordum. Ne yazık ki pek ilgilenemedim. İnsanlık tarihi hiç başlamamış, pek az ilerlemiş ve tamamlandığı halde hiçbir işe yaramamış, hatta bazıları da gerçekleşerek büyük zararlar vermiş ve yıkımlara yol açmış tasarılarla doludur. Küçük bir olay, küçük bir şiire neden olmuştu ve ben elli yıl sonra bunun sözünü etmeyi düşünmüştüm. Ama bir türlü harekete geçemedim.

Annem balkonda bir kuş bulmuştu ve sanırım o görerek bana göstermese ben o küçük serçeyi görmezdim. Beş yıl önce Devrilen Tren'den söz ettiğimde elli yıllık öykülerin ikincisinin bu şiir olabileceğini düşünmüştüm ama Küçük Serçe bir türlü arşivin derinliklerinden bir yol bularak çıkıp gelemedi.

Küçük serçeyi de benzer örnekleri gibi önce ben, sonra herkes unutabilirdi. Nedense az önce aklıma geldi. Yazdığım ilk şeklini ve yayımlanmış ilk halini günün birinde eski bir defterde ya da basıldığı dergide bulabilecek miyim bilmiyorum. Sanırım basılırken birkaç küçük değişiklik de yapılmıştı. Küçük serçeyi tümüyle unutmadan aklımda kalan şekliyle yazmak istedim.

....

KÜÇÜK SERÇE

Küçük bir serçe
Penceremde
Donmak üzere
Gördüm onu ben de
Aldım içeri
Zavallı serçecik
Kaskatı olmuş
Kıpırdayamıyor
Yem yiyemiyor
Çünkü ölmüş
Artık yaşamıyor.
....

Ben bu şiiri yazdığım sırada Sezen Aksu'yu henüz tanımıyordum. O da henüz minik serçe olmamıştı. Onunla ortaokul yıllarımda siyah beyaz televizyonda Kaybolan Yıllar şarkısını dinlerken tanışıp aşık oldum. O ise benimle hiç tanışmadı. Ama ben onun varlığını bilmekten ve şarkılarını uzaktan dinlemekten hep mutluluk duydum. Yıllar geride kaldıkça kayboluyor mu bilmiyorum ama anılar ve geçmişten kalan yüzler kolay unutulmuyor. Elimde kalan eski fotoğraflardan birinde Sezen Aksu'nun da olması, ne büyük bir sürpriz olurdu.

....

Küçük Serçe, çocukluğumda önemli bir yeri olmuş olan Doğan Kardeş dergisinin yarışmasına gönderilen şiirlerden biri olarak yayımlanmıştı.

"Doğan Kardeş'i hatırlıyor musunuz?"

"Doğan Kardeş, 23 Nisan 1945 Çocuk Bayramı'na denk düşürülen ilk sayısından itibaren büyük bir hevesle okuyucusunu kucaklamış bir dergi. Günümüzde olduğu gibi, o sıralar da ortalığı kasıp kavuran şiddet içerikli, seviyesiz çocuk neşriyatına bir alternatif olarak, Vedat Nedim Tör'ün, sonradan Şevket Rado'nun yönetiminde çıkan dergi, günümüzün birçok ünlüsüne okul olmuştu. İlk yıllar derginin kapağını resimleyen Cemal Nadir'in öğrencisi Selma Emiroğlu, Yalçın Emiroğlu, Altan Erbulak, Mıstık, Ferruh Doğan, Güngör Kabakçıoğlu, İbrahim Ersaraç ilk çizgilerini bu dergide yayımladılar. Talat Sait Halman ilk şiirlerini, Müjdat Gezen ilk yazılarını Doğan Kardeş'e yazdı."

"Türkiye’de Çocuk Olmanın Tarihi: Doğan Kardeş Dergisi"

"Çocuklar, göremeyeceğimiz bir zamana gönderdiğimiz canlı mesajlardır." Neil Postman

"Çocuk kavramının saygınlığı, yüzyıllar boyu türlü zorlukların üstesinden gelerek elde edilmiştir. Bu yazıda, Türkiye’nin çocukluk tarihini betimlemede ve çocuk kavramına saygınlık kazandırmada çok önemli bir payı bulunan Doğan Kardeş dergisinin niteliği ve içeriği tartışılacaktır. Yapı Kredi Bankası’nın kurucusu Kazım Taşkent’in İsviçre'de bir yatılı okulda okuyan ve 10 Nisan 1939 yılında Alpler’de meydana gelen bir heyelanda ölen on yaşındaki oğlu Doğan Taşkent'in anısını yaşatmak için 1945’te kurduğu  Doğan Kardeş dergisi, Türkiye’nin çocuklarını 1978’e dek derinden etkilemiştir. 1978’de kapanan dergi 1988’de tekrar yayımlanmaya başlamıştır. Bu yazıda Doğan Kardeş’in ilk yirmi yılı ele alınacak; bunun öncesinde dünyanın ve Türkiye’nin çocukluk tarihine genel hatlarıyla değinmek gerekecektir."

"Kazım Taşkent’in kuruculuğunu, Vedat Nedim Tör’ün yönetimini üstlendiği Doğan Kardeş çocuk dergisi, Yapı Kredi Bankası’nın desteğiyle 1945 yılında yayımlanmaya başlar. Önce aylık, daha sonra haftalık olarak çıkan Doğan Kardeş, çocuk kitapları yayımcılığının gelişmesine, birçok tanınmış çizerin yetişmesine önayak olmuştur. Dergi, Selma Emiroğlu, Gevher Bozkurt, Altan Erbulak, Yalçın Çetin, Güngör Kabakçıoğlu, Mıstık (Mustafa Eremektar), Emine Bora gibi çok sayıda çizerin meslek yaşamlarının ilk adımlarına ev sahipliği yapmıştır. Ahmet Kutsi Tecer ve Ümit Yaşar Oğuzcan’ın şiirlerine; Akşit Göktürk ve Tomris Uyar’ın çevirilerine; henüz çocuk ya da ilk gençlik yıllarında olan Nezihe Araz’ın, Gülten Dayıoğlu’nun, Erhan Bener’in, Aziz Nesin’in, Muzaffer İzgü’nün, İpek Erdem’in, Pınar Kür’ün, Talat Halman’ın yazılarına yer veren Doğan Kardeş, Türkiye’nin yazın dünyasına önemli katkılar sağlamıştır. Derginin okurları olan Suna Kan, İdil Biret, Ayşegül Sarıca, Mayda Arkan, Doğan Kardeş müsamerelerinde çocuk yaşta konserler vermişlerdir."

"Doğan Kardeş’in 1945’ten 1978’e dek süren yayın hayatı, derginin Türkiye’nin siyasi tarihine ışık tutması bakımından da değerlidir. Türkiye’nin tek partili dönemden çok partili hayata geçiş süreci, Celal Bayar’ın cumhurbaşkanlığı, Kore Savaşı, 1960 ihtilali, Kıbrıs sorunu, İran-Irak savaşı ile ilgili yazılar dergi sayfalarına yansır."

"Çocuklar sanata ve bilime yönlendirilip sağlık, eğitim gibi konularda bilinçlendirilirken, onların dönemin değerlerine ve ülke politikasına yakın tutulması da amaçlanır, gündeme ilişkin bakış açıları çocuklara yansıtılır."

"Doğan Kardeş'i hatırlıyor musunuz?" "Çağdaş Türkiye’nin Çocukluğu" hakkında bilginiz var mı?

Kaç yıl geçti aradan ve ne yazık ki çocukluğumun kahramanlarını ben artık pek az hatırlıyorum.

....

Eski defterleri karıştırmaya devam edeceğim ve çok geç olmadan bir gün küçük serçeyi de bulabilmeyi ve sonraki öykülerle birlikte buraya taşıyabilmeyi umuyorum.

Peki çocukluk fotoğraflarıma yakalanmış küçük kızlardan birinin Sezen Aksu olma ihtimali var mıdır?

Sezen Aksu, Kaç Yıl Geçti Aradan, https://www.youtube.com/watch?v=vpc7KnLcgxY

Doğan Kardeş'i hatırlıyor musunuz?, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/dogan-kardesi-hatirliyor-musunuz-39013185

Tuğba Çelik, Türkiye'de Çocuk Olmanın Tarihi: Doğan Kardeş Dergisi, https://www.academia.edu/8903353/T%C3%BCrkiyede_%C3%87ocuk_Olman%C4%B1n_Tarihi_Do%C4%9Fan_Karde%C5%9F_Dergisi

6 Kasım 2016 Pazar

Yeni Bir Sayfa: 2000+X

"Eski öykülerde yeni bir sayfa ne arıyor?" diyenler olabilir.

Belki haklı da olurlar.

Bense şunu söyleyebilirim. "Her yeni öykü pek çok eski öyküye dayanır. Bütün eski öyküler de yeni sayfaların açılmasına katkıda bulunmuş olabilirler."

Galiba yaşamımda yeni bir sayfa açıldı. Belki de bir sayfa, bir daha açılmamak üzere kapanıyor.

İki bin on altı yılının Eylül ayında 2000+X'in uzun bekleyişi sona erdi.

"Devrilen Tren" öyküsüyle ilgili yazımı iki yıl önce, "Elli Yıllık Bir Öykü" diyerek yazmıştım.

İlk öykümü yazdıktan elli iki yıl sonra ilk kitabım yayımlandı.

2000+X, okuyucularını bekliyor.

....




2000+X'i nasıl yazdım?

Bir düşüneyim. 2000+X'i nasıl yazdım?

En sonda söyleyeceğimi ilk başta söylemem gerekirse, basitçe şunu demeliyim: "Kolay olmadı!"


2000'X'in yaratılma süreci 1998'de, televizyonda Spice Girls'ün son beş yüzyılın müzik grubu olarak seçildiğini ilk kez duyduğumda başladı. Elimde bunun için referans olarak gösterebileceğim bir kayıt yok, bu
yüzden bilgi kesin olmayabilir. Bin yıl mıydı, beş yüzyıl mıydı, yoksa yüz yıl mıydı? Spice Girls müydü,
yoksa bir başka grup mu? Hayır, bundan kuşku duymamalıyım. Spice Girls olduğundan hemen hemen eminim. "Böyle bir seçim için kim karar verebilir, nasıl?" diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Bir önceki kilometre taşı "2000 yılında kırk iki yaşında olacağım" diye düşündüğüm an olabilir. Tam olarak ne zaman olduğunu hatırlamıyorum ama 1998'den çok daha önce olduğu açık. 1970 yakınlarında "In the year twenty five twenty five" ("İki bin beş yüz yirmi beş yılında) şarkısını dinlediğim zamanlarda bile olabilir. 2525 yılını görmeyeceğimden emindim, ama 2000 yılını hesaplanabilir ve erişilebilir bir hedef olarak görmüş olmalıyım.
Birçok başka kilometre taşı olabilir ama sözünü etmek istediğim üçüncüsü ve sonuncusu, "Devrilen Tren" öyküsünü yazdığım gündür. 1964 yılındaydı, ilkokula başlamamdan ve ve yazmayı öğrenmemden kısa bir süre sonraydı. Muhtemelen o tarihte henüz okumayı öğrenmemiş olduğum için kendi öykümü okuyamamıştım. Daha önce bana anlatılanlar gibi öyküler yazabiliyor olmaktan çok mutlu olmuştum. Bir tren kazasıyla ilgili olan bu öykünün orijinal bir kopyası ne yazık ki elimde yok, fakat hatırladığım gibi yeniden yazdım, ilk
yazılışından elli yıl sonra. (1)

Her neyse, 2000 yılının görüntüsünün aklımda tam olarak ne zaman belirdiğini hatırlamasam da, binyıldan önceki son birkaç onyılın başlanıgıcından beri bildiğim bir şey vardı: 2000 yılından bir zaman önce doğmuştum, ve muhtemelen 2000 yılından bir zaman sonra ölecektim.

Spice Girls hakkındaki haberi görünce sorular zihnimi doldurup taşmaya başladı. "Tüm müzisyenleri ve yarattıkları her ezgiyi temsil edecek bir müzisyen olabilir mi?" Ardından diğer mesleklerle ilgili pek çok soru geldi. Bir bilim insanı, bir işçi, bir doktor, bir mühendis, bir politikacı, bir asker, bir yazar, bir sanatçı olabilir miydi; büyük, kritik, anahtar etkisi olan ve herhangi bir meslekten biri?

Dünya o sıralarda 2000 yılı felaket senaryolarıyla çok meşguldü, kişisel olarak ben bile kullandığımız yazılımları 2000 yılından sonra da çalıştırabilmek için ekonomik çözümler bulmaya çalışıyordum.

Sınırlı sayıda kaynak seçmeye çalıştım. Önce okumaya başladım, uzun bir zaman sonra, 2000'in dünyasında dolaşmaya başladım, başlangıçta X henüz olmadığı için.

Uykusuz gecelerim ve hafta sonlarım başladı. Hafta içi günlerinde çok meşguldüm. Düşündüğümden çok daha uzun sürdü. Çalışmayı tamamlayarak 2000 yılının ilk aylarında yayımlanmış görebilmeyi umuyordum. Birkaç yıldan sonra, "Bu uzun ve karmaşık bulmacayı günün birinde çözebilecek miyim?" diye düşünmeye başladım. Sanırım şanslıydım. görünmez, gizli, dış ve iç güçler bana yardım etti. Bir gün son cümleyi yazabildim, noktayı koydum, tarihi ve saati not ettim.

Açıkçası, bu yalnızca bir başka başlangıçtı. Daha önce çalışması yayımlanmamış bir yazar olarak, ilk çalışmayı yayımlatmanın onu yazmaktan kaç kez daha zor olduğuna karar vermekte zorluk çektim. Yalnızca sabırlı olmaya çalıştım.

Sonunda, kitabı basmak için doğru zamanın gelmiş olduğuna beni ikna eden yayıncımla tanıştım.

Böylece "2000+X", Eylül 2016'da Kanguru Yayınları tarafından yayınlandı. (2)

Bu on altı yıldan sonra daha iyimser değilim. Fakat kötümser olmamaya da çalışıyorum. Aşağıdaki "Dünyanın
Kısa Tarihi" gibi bir metnin gerçek dünyada hiçbir zaman yazılmayacağına inanmaya çalışıyorum:

"Piramitleri, bulutlara doğru yükselen kuleleri yaptılar, uzak galaksilere ve evrenin sınırlarına delikler
açan uçan araçlar yaptılar. Gücün gücünü keşfettiler. Yeni oyuncaklarını doğanın sorumsuz çocukları olarak
kullandılar. Bu, tarihin sonuydu."

Şu an için söyleyebileceklerimin hepsi bu. Milyarlarca insanın zihinlerindeki sorular için hala bazı X değerlerini kestirmeye çalıştıklarını biliyorum. Ben? Ben de gizli yanıtların peşindeki arayışımı tamamlayabilmek için yeterli zamanı bulmayı umuyorum.

1. Mehmet Arat, Eski Öyküler ve Elli Yıllık Bir Öykü: Devrilen Tren, http://eskioykuler.blogspot.com.tr/2014/09/eski-oykuler-ve-elli-yllk-bir-oyku.html

2. Mehmet Arat, 2000+X "Uzun Bir Arayışın Kısa Öyküsü", Kanguru Yayınları, Eylül 2016, www.kanguruyayinlari.com

15 Eylül 2014 Pazartesi

Eski Öyküler ve Elli Yıllık Bir Öykü: Devrilen Tren


ESKİ ÖYKÜLER


Eski öyküler devrilen bir trenle başlayacak. Pek uzun zaman önce, günün birinde İnternet denecek bir mucizeyle yazılanların anında dünyayla paylaşılabileceği günlerin yaşanacağının aklımın köşesinden bile geçmediği dönemlerde yazdığım öykülerden bazılarını paylaşmayı zaten düşünüyordum. Bu yıl Ankara İstanbul arasındaki hızlı trenin açılması ve Eylül ayında ilkokula başlayışımın ellinci yılının dolması ilk öykünün gelişini hızlandırdı.


Öykülerin ilki gerçekten biraz eski. Tam elli yıl önce eylül ayının ortasında okula başlamış bir çocuğun yazmayı öğrenir öğrenmez yazdığı ilk öykü. O güne dek başkalarından dinlediğim masalları artık benim de yazabilecek olmamdan büyük bir mutluluk duyduğumu hatırlıyorum. Yazıldığı biçimiyle bulabilmeyi, aktarabilmeyi çok isterdim. Ne yazık ki bu şansım yok. Gözlerimi kapayınca kimbilir nerede kalmış çizgili bir defterin koparılmış sayfalarından birine acemi bir yazının büyük, düzensiz harfleriyle yazılmış harfleri görüyorum. Ama okuyamıyorum. Ancak belleğimdeki silik izlerle bir benzerini o çocuğun gözünden bakmaya çalışarak yeniden yazmayı deneyebilirim. Kuşkusuz aynı ırmağa ikinci kez girilemez. Hele elli yıl sonra! Yine de o günlerin havasını, ulaştığı küçücük bilgi parçalarını büyük ödüller olarak gören yeni öğrencinin coşkusunu ve heyecanını, yalınlığını hatırlamaya çalıştım. Kolay değildi. Yapamadım.


Sonucu aşağıda okuyacaksınız. Önce biraz, tren adı verilen aracın büyülü dünyasından ve benim için anlamından söz edeyim.

....



Tren insanın öyküsüne buhar makinesiyle girdi. Bugünün kentlerine damgasını vuran, yarattığı çözümsüz trafik ve hava kirliliği sorunlarıyla anılan otomobilden çok daha önce. İnsan artık buharın gücünü arkasına alıp yorulmadan, arabalara koşulan atlar ve eşeklerle uğraşmadan, üstelik de epey hızlı bir aracın üzerinde keyif çatarak gidebiliyordu. Bu araçla tanışanlar:

"İnanılmaz bir hız bu, saatte tam yirmi beş kilometre hızla gidiyoruz" demişler.

Trenin yakın tarihteki bir başka önemli gelişmeyle de bir ilişkisi var. Sinema, izleyicileriyle ilk kez kameranın kendi üzerine gelen bir treni çektiği bir filmin gösteriminde buluşmuş. Ön sıralarda oturanlar korku içerisinde yerlerinden fırlayıp kaçmışlar.

Sonrasında insan yirminci yüzyılın hızıyla buluşmuş. Karada, denizde ve havada, trenlerle arabalar, gemilerle uçaklar sürekli hızlanmış. Demiryolundaki yirmi beş kilometrelik hız saatte iki yüz elli kilometreye çıkmış. Havada ve uzayda yeni boyutlar açılmış.

Çocukluk dönemimde fazla kullanmamış olsam da trenle tanışmam İstanbul'daki banliyö hatlarında oldu. Ama trenin benim için özel bir anlamı olmasının nedeni onlar değil. En iyi oyuncağımın rayları hazırlanıp kurulunca yayların gücü tükenene kadar dönerek beni mutlu eden bir lokomotif ve ardında üç vagonuyla bir tren olması.

Trenlerin büyülü dünyasının insan için ne denli önemli olduğu, edebiyat ve sinemada buldukları yerden ve yarattıkları etkilerden de anlaşılabilir. Trenler yalnızca romanların, öykülerin ve filmlerin hareketli atmosferi olmakla kalmamışlar, ana karakterlerden biri gibi toplumsal ve ekonomik gelişime bağlı yerlerini de almışlardır. Trenlerin bu etkilerinden söz eden kitaplar geçmişten geleceğe yaşanmış ve yaşanmakta olan değişimin izlerini taşımaktadırlar.


Tren en güvenli ulaşım araçlarından biri olarak bilinir. Buna karşın tren kazaları olmuştur ve olabilmektedir. 2004'te Pamukova'da devrilen "aceleyle hızlandırılmış tren" olayı bana çocukluk yıllarımın o ilk öyküsünü hatırlatmıştı. Kazanın 230 yolcudan 41’inin ölümüne, 80’inin yaralanmasına neden olduğunu, buna karşın sorumluların herhangi bir sorumluluk duyup üstlenmediğini duyunca gerçeğin oyunların o büyülü dünyasına göre ne kadar sert ve acımasız olduğunu bir kez daha anlamıştım.


Evet, eski öyküler devrilen bir trenin öyküsüyle başlıyor.

....

DEVRİLEN TREN


Sıcak bir yaz günüydü. Her yer yemyeşildi. Tepeden bakınca kıvrılarak aşağıya uzayan raylar parlıyordu.

Çevre kalabalıktı. İnsanlar bekleşiyordu.

Oynayan çocuklar trenin düdüğünü duyunca toplanıp ona bakmaya başladılar. Kısa sürede sevinçleri korkuya dönüştü. Dönüş yerine yaklaşırken yavaşlaması gereken tren hızlandıkça hızlanıyordu.

"Eyvah" diye haykırdı çocuklardan biri. "Devrilecek galiba!"

"Koşalım, koşalım" dedi bir diğeri. "Belki tutarız."

Büyük bir telaşla fırladılar. Bir an önce büyüklerin yanına varabilmek için tüm güçleriyle koştular.